3 Aralık 2015 Perşembe

Maviydi Bisikletim




Yarım yüzyıla yakın Maviydi Bisikletim, Katip Çıkmazı,  Eski Fotoğraflar, Beni Dünya Kadar Sev, Memuroğlu Memur, Ali Ayşe`yi Seviyo, Gül Satardı Melek Hanım, Gecenin Kulları eserlerini Türk tiyatrosuna kazandıran  Dincer  Sümer, "Bir Düş müydü O İzmir" adlı romanında doğduğu kent olan İzmir'i özlemle anıyor.  Sandalım Kıyıya Bağlı...adlı şiir kitabında Türk-Yunan dostluğunu işleyen Dincer Sümer bu kitabıyla da Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülünü aldı. 

"Ben maviyi çok seviyorum."

Ve ustanın kaleminden, "Maviydi Bisikletim";

Maviydi bisikletim. Alman malıydı. hey yavrum hey kuşlar gibi uçardı. elden düşme değil acenteden almıştık. didonu elimde, Hisarönü’nden dönerken eve, deliler gibi sevinçliydim. 

-Aslan babam dedim, güzel babam sağol! 

-Sen asıl kardeşine teşekkür et, diye gülmüştü babam. O getirdi bunu sana. 
Şenay pembe kundağının içinde, minicik bir bebekti o günlerde. O doğdu diye devlet demiryollarının verdiği yüz elli lira ikramiyeye yirmi lira da babam eklemiş tam yüz yetmiş lira saymıştık, mavi bisikletime. Ama annemin de hakkını yememeliyim. 

-Ne yapalım be şükrü bey, alıver bari, çok istiyor baksana demişti.
-Yahu kadın evin badanası, sıvası… Bin tane harç borç.

-İdare ederiz be adamcığım. Bak sınıfını da geçti takıntısız tukuntusuz. Şeker annem benim, canım annem, yorgun annem.
Çocukluğumun en güzel, en güneşli günlerinden biriydi.
(Panoda ki güneş, daha bişavklanır.)
Bisikletimi, evimizin önüne duvara dayamıştım. Arkadaşlarım, bisikletimin iki metre uzağına yarım ay gibi dizildiler. Bizim sokakta bisikleti olan tek çocuk bendim.
Kadir: 

-bir kerecik çalayım mı zilini dedi. 

-Çaldırma lan çaldırma dedi coşkun. Herkes bir parmak atacak olursa ohoo. 
Ama ben çaldırdım zilimi isteyene. Kadir’e de, Tarcan’a da, Alekos’a da.
Sonraları arsada tur atmalarına bile izin verdim. Arka seleye bindirip gezdirdim de çoğunu.
Ah, bir de Nurhayat’ı gezdirebilseydim.
(Keman duyulur yeniden; şu İzmir’den ayva gelir, nar gelir \ döndüm baktım yar gelir)



Orta üçe geçtiğim yaz Nurhayat’ı seviyordum ve günü geldiğinde onunla evlenmeyi kesin olarak kafama koymuştum.
(Belediye bandosunun çaldığı İzmir Marşı duyulur, sonra düşer)
Onu, cumhuriyet alanında Kore gazilerini karşılama töreninde görmüştüm. Ana baba günüydü ortalık. Bando mızıka çalıyor, zeybekler oynanıyor, askerler Kunuri Silverstar madalyalarıyla gemiden inerlerken inliyordu İzmir: 

-ya ya yaşaşaşatürk askeri çok yaşa. 
Yaşayanlar geri dönmüş, yaşamayanlar oralarda kalmışlardı, kimileri de topallıyordu. 

Coşkun’la ben pasaport iskelesinin orda, tam kalabalığın içinde, bir o yana bir bu yana dalgalanıp duruyorduk. Nasıl olduysa oldu, birdenbire kadının biri sille tokat girişti Coşkun’a; 

-Seni piç kurusu, seni! Seni dürzünün oğlu! Ulan ben, benim kızıma bulaşacak itin… 

Kimseye bulaşmamıştı Coşkun, bulaşsaydı bilirdim, görürdüm. -Teyzeciğim, vallahi de, billahi de… İki gözüm önüme aksın ki, ekmek kuran çarpsın ki. 
Kadın sapıtmıştı tümden bas bas bağırıyordu. –Poliiis, poliiiis! 
Öte yandan kadının kızı, çekiştiriyor annesini, iki gözü iki çeşme, yalvarıyordu. 
-anneciğim güzel anneciğim… Kimse bir şey yapmadı bana, kimse ilişmedi yanlışın var… rezil oluyoruz anneciğim… Kız, tıpkı tıpkısına “dudaktan kalbe” filminde ki kıza benziyordu. Neyse, araya girenler oldu, kadının şamatası davul zurna gürültüsüne karıştı, arkadaşımı çektim kolundan, kalabalığa dalıp sıvıştık. hıncından ağlayacak gibiydi
Coşkun: 

-Bir günahım olsa yanmam diyordu. Ehama ben de o karının kızını kıstırayım bir yerde, götürüp Bahribaba Parkı’na kasnaklamazsam… -Hooop dedim. Yavaş gel! 
Şaşırdı ;
-Anlamadım, dedi. 

Bir şey söylemedim. LozanAlanı’ndan Fuar’a doğru yürüdük. O yıllarda herkes, en çok da hidayet teyzem, beni muzaffer tema’ya benzetiyordu. hani şu “dudaktan kalbe” filmi var ya, işte o filmin başrolünü oynayan artiste.

(Bir şarkı duyulur Safiye Ayla’nın eski plağından; Çapkın çapkın \ Şöyle bir baktın \ Kalbimi yaktın…Adam, iskemleleri kahve düzenine sokar)

Babam, akşamüstleri Tilkilik kahvesinde oturur, arkadaşlarıyla tavla oynar, nargile içerdi. Bazı günler beni oraya çağırır, sonra birlikte alış veriş eder, yağ, zeytin, çay, pirinç, sabun dolu filemizle eve dönerdik. Daha çok ayın ilk günlerine rastlardı bu çağrı. Yasemin sümbül sarmış çardağın altında, yanı başına oturtur, Çeşmeli Hasan gazozu ısmarlar, boyuna yaklaşmış oğluyla açık açık övünürdü
-Güzel okuyor. Yüksek Ticaret’i bitirip banka müdürü olacak!

Banka müdürlüğünü de nerden çıkarmıştı acaba? O yıllarda İzmir’de başka yüksek okul yoktu, belki ondan. Bir de, beni şartlamak, tiyatroculuk umudumu baştan kırmak istiyor olabilirdi. Birkaç yıl önce, Avni Dilligil’in Şehir Tiyatrosu’nun çocuk bölümünde, “Portakal Kabukları” oyununda sahneye çıkmıştım, küplere binmişti;
-Dümbüllü mü olacaksın, ülen!
Keşke olabilseydim.
O sıralarda İzmir Radyosu’nun çocuk saatindeki piyesler de rol alışıma pek ses çıkarmıyordu, ama;
-Derslerinde tekleyecek olursan radyo temsillerini de paydos ederim, demişti.
İşte gene bir aybaşı erzakımızı almak için Ali Veysi’nin mandırasına gittiğimizde, Nurhayat’la burun buruna geldim. Koltuğunun altında Yıldız mecmuası, elinde peynir paketi, dükkândan çıkıyordu. Babam Ali Veysi’yle konuşurken, ardından baktım; Dönertaş Yokuşu’nu yürüdü, Atlas Açıkhava sinemasının karşısındaki eve girdi.

(bisiklet zili çın çın öret. Sonra bir başka zil sesi daha katılır birinci zile)

Bir zil daha taktırmıştım bisikletime. Sonra iki ayna, iki de bayrak. Zillerin biri ince sesliydi, biri kalın. Aynalardan biri yolumun ardını görebilmek için, öteki kendimi. Bayraklardan biri Türk bayrağı, öteki siyah beyaz şanlı Altay.
İte kaka bisikletimi Dönertaş yokuşunun taa üst başına çıkarır, sonra da üstüne atladığım gibi uçardım yokuş aşağı. Üüüüf, savrulur saçlarım rüzgârla, kısa kollu naylon gömleğimin sırtı pır pır kabarır, kendimi göklerde sanırdım. Sonra yeniden yokuşu tırmanır kan ter içinde, yeniden salardım kendimi Tilkilik’e doğru. Yokuşun en güzel evi, yolun daralıp büküldüğü yerde, Kazmirci Feyyaz Bey’in evi. Balkonlarda, pencerelerinde dizi dizi karanfil, fesleğen, küpe çiçeği saksıları, avlusunda havuz, havuzunda kırmızı balıklar, havuzun başında da Nurhayat!
Sevgilim Nurhayat, canımın içi Nurhayat!
O koskoca yazı, o sıcak temmuzu, uzun ağustosu Dönertaş yokuşunu ine çıka geçirdim. Nurhayat’ı bir kerecik göreyim diye. Nurhayat beni görsün diye. Giyindim, tarandım, mavi bisikletimi sildim parlattım gıcırgıcır, akşam karanlıklarına kadar döndüm dolandım, estim savruldum yaz boyu. Uyurken, uyanıkken, düşüm, hayalim, hep Nurhayat! Güzelim Nurhayat, sen Mesiha Yelda’dan da güzelsin! Kaç yazlık sinemada oynadıysa; Venüs, Ünü var, Şenocak, Mehtap, belki on kez gördüm Dudaktan Kalbe’yi. Sen daha incesin, senin gözlerin daha ışıklı, sen tam bana göresin hayatım!
Eylül sonuna, okullar açılıncaya kadar ya üç kez görebildim Nurhayat’ı ya dört kez. O da, uzaktan. Balkonlarında çay içerlerken, avlularında konuklarıyla gülüşürlerken, bir de şevrolelerine doluşup Kirizman’a yazlıklarına gittikleri gün.

(Keman duyulur.)

Ne zaman döneceklerdi kim bilir? Kim bilir, Nurhayat’ı bir daha ne zaman görebilecektim? Görebilecek miydim?
Coşkun’da yok. Akhisar’a, dedesinin bağına gitti.
Ara sıra, Alekos’la konuşuyoruz. İyi çocuk. Babası terzi.
İp gibi, ip ince, gözlüklü bir adam. Ayvukla çarşısında dükkânı. Akşamüstleri, Alekos, dükkânın önünü suluyor süzgeçli tenekeyle, ıslık çalarak. Sonra, çömelip gölgeye, konuşuyoruz.
-Ben kaptan olacağım gemilerde, diyor
Alekos.
Oldu mu acaba?
Bir gün;
-Ali be, dedim…
        Kimi Alekos diyor ona, kimide Ah.
-Biliyor musun, ben bir kızı seviyorum. Baktı, elini omzuma koydu, güldü.
- İyi ya, dedi. Fena mı? Ne güzel, işte!
Dişleri bembeyazdı Alekos’un, gözleri kocaman zeytinler gibi yemyeşil, kara saçları kıvırcık. İyi çocuktu Alekos.
Bende  kolumu koydum onun omzuna. Alekos da olmasaydı o yaz,öyle yalnızdım ki.
(Kemanın ezgisi canlanır)

Yaşasın Eylül!
Nurhayat Cumhuriyet Kız Enstitüsü’ne gidiyor. Onun okulu, bizim okuldan on dakika sonra dağılıyor akşam üstleri. Nurhayat okuldan çıkınca doğru            Montrö durağına geliyori 26 Ağustos otobüsünü bekliyor. Ve güzel, Allah’ıma bin şükürler, her akşamüstü bakışıyoruz! Biz bakışırken öyle, güzde geçti, kış da, bahara geldik.

(Kuş sesleri duyulur.)

Yokuşu indi, önce İkiçeşmelik’e, sonra Agora’ya doğru saptı. Bende arkasından. Elinde bir mandolin. Yetiştim, yanı sıra yürümeye başladım. Mavi bisikletimi de tutmuşum şöyle sürümekteyim. Bir süre, hiç konuşmadan, yürüdük yan yana.
Yaprak gibi titriyoruz ikimizde.
Biri “höt” dese, “küt” diye bayılabiliriz heyecanımızdan.
Sonunda,
- Merhaba, diyebildim.
- Merhaba, dedi.
Ulubatlı Hasan, İstanbul’un surlarına sancağımızı diktiği an, benim kadar             sevinçli miydi acaba?
- N’olursun, bizim evin önünden geçme bir daha, dedi.
Komşular anlamış…
- Anlarlarsa, anlasınlar!
- Annem bir duyarsa… Annemi bilmezsin…
Ne güzel sesi. Su gibi, ılık, yumuşacık. Düşüncelerim, diyeceklerim, kalbimin çavlanında bin parça. Kekeliyorum:
- Bak… Ben… Seni… Şey… Hani, taa o Kore gemisinin geldiği gün…
-Efendim?
Şaşırmış gibi, bakıyor yüzüme. Canım, canım! Sen Mesiha’dan bin kat, yüz bin kat daha güzelsin! Ama ben Muzaffer Tema’nın tırnağı bile değilim. O olsaydı şimdi benim yerimde, böyle afallar, böyle donup kalır mıydı hiç?
Misaki Milli İlkokulu’nun önüne geldik, elindeki mandolini gösterdi
- Cumartesileri Fikri Şenürkmez’in derslerine geliyorum.
Sonra döndü, okulun taş merdivenlerini çıktı, tam kapıdan girerken bir daha baktı bana, güldü.
Atladım mavi bisikletime, bastım pedala. Altımdaki bisiklet, bisiklet değildi de, tayyareydi sanki! Ve ben uçmaktaydım mavi bulutların üstünde!

(Mandolinle çalınan bir çocuk şarkısının ezgisi; Daha dün annemizin kollarında yaşarken \ Çiçekli bahçemizin yollarında koşarken)

O akşam, şöyle bir düşündü babam, dudağını büktü;
- Eh, madem bu kadar çok istiyorsun, yazıl bakalım mandolin kursuna, dedi.
Tiyatroculuktan sonra, şimdi de çalgıcılık! Hayırdır inşallah!

(Mandolindeki şarkının tek tek notaları üstüne)

Tutuyor parmaklarımı, mandolinin perdeleri üstüne nasıl basmam gerektiğini gösteriyor:
- Do, do, sol, sol, la, la, sol… Fa, fa, mi, re, re, do…
Şu mandolini hiç çalamayacağım ama, olsun, yaşasın müzik! Yüzü, saçları, elleri, öyle yakınımda ki… Kalbim çat diye çatlayabilir mutluluğumdan.

(Müzik, bir mandolinler topluluğuna dönüşür. Bir flüt, coşkulu, öne geçer. Ezgi, sözün altına girerken yavaşça kaybolur, iki serçenin ötüşü sürer gider)

Yalnız mandolin derslerinde değil, okul dönüşlerinde de birlikteyiz artık. Bazı günler otobüse binmiyor, Kültür park’ın içinden yürüyoruz  Basmane’ye.
- Çok sinirlidir annem. Uykusunda bile sıçrar, bağırmaya başlar ansızın.
 Çok üzülüyoruz annem için. Ne doktorların bir yararı oldu, ne ilaçların.
İğneler, haplar, damlalar, hepsi nafile. Şemikler’de bir hocaya okuttular; oda boş.
.babam, “Birde İstanbul’a götüreceğim.” diyor. Orada çok ünlü bir doktor varmış. Kim biliri, belki…
İçini çekiyor Nurhayat’ım
- Hep teyzemin yüzünden. Çok güzeldi teyzem. Tıpkı RitaHayvort. Sesi de çok güzeldi. Ud çalardı. “Derdimi ummana döktüm,” diye bir şarkı var ya hani, işte onu bir çalıp söylerdi ki, mest olurdu dinleyenler. Nişanlıydı teyzem. Bergamalı Halil Bey’le .Halil Bey mühendis. Hicran Teyzem çok seviyordu Halil Bey’i. Evleneceklerdi. Sonra, öldü teyzem. Teyzem ölünce de, işte böyle oldu annem.
Bir kış hep ağladı. Sel gibi yaş akıttı gözlerinden. Hasta, sinirli, ikide bir delleniveren  bir kadın oldu. Saçları ap ak ağardı iki ay içinde, şişmanladı çok, hiç güzelliği kalmadı. Annem de çok güzeldi eskiden…
- Neden öldü Hicran Teyzen?

(Bir kadın sesinden, bir udun eşliğinde, uzak ve sızılı bir şarkı duyulur; Derdimi ummana döktüm \ Asumana inledim)

Tenha, sessiz, dutluktu yolda bizden başka kimsecikler yok. Hercai menekşelerin arasında bir iki tembel kumru, şiş karınlarıyla sallana sallana geziniyor. Dallarda bir iki serçe. Lunapark, şu yanda, bomboş. Atlıkarıncalar, dönme dolaplar, çlüm üstüvanesi, kahkaha aynaları pavyonu, uçansahncaklar yazı bekliyorlar. Ötemizde bir tavus kuşu, bin renkli kanatlarıyla geriniyor. Nurhayat, elinde ki bir yaprağı parça minik didikliyor.
- Neden öldü Hicran Teyzen?
Yaprak parçalarını savuruyor şöyle, başka bir yerlere bakıyor.

(Şarkı biter. Sessizlik)

Derken, bir bahar yağmuru indiriveriyor. Göl gazinosunun kapı ağzına sığınıyoruz. Nurhayat, üşümüş gibi;
- Ya dinmezse hemen? Ya gecikirsem eve? Diyor.
Elimi usulca omzuna koyuyorum. Sokuluyor, titrediğini duyuyorum, dudaklarıma değiyor saçları.
- Nurhayat…
- Efendim?
- Seviyor musun beni?
- Evet.
Yağ yağmur, gürle gök! Yansın İzmir, yıkılsın isterse!
Umurumda değil dünya! Nurhayat beni seviyor! Gazinonun kapısının camına bir yazı asmışlar; “Bu cumartesi, Ticaret Lisesi Koruma Derneği yararına, danslı gençlik matinesi. Tekmil program, beynelmilel şov, dans ve müzik.
Çay ve pasta, bir kişi beş lira. Damsız girilmez”

(Taş plaktan, Necdet Koyutürk’ün bir tangosu; İsmim dudaklarımı yakıyor neden \ Nedir bu çektiğim senin elinden)

- Bak, diyor Celile Abla. Dikkat et! İki adım sola, bir adım sağa. Gösteriyorum, bak!
Necdet Koyutürk’ün pikaptaki tangosuna uyarak, çıplak ayaklarıyla dönüyor halının üstünde.
- Ram rampapapapa, pa r ara… Tamam, tut elimden şimdi… Sarıl belime de öteki kolunla… Kambur durma yanaş azıcık! Haydi, bir kii, bir… Bir kii, bir… Davulun tokmağını duyunca sol ayak… Coşkun, kahkalarla gülüyor.
- Heyyt be! Valentino musun Allah’sız?
Celile Abla, kızıyor kardeşine
- Sulu! Sen de öğrensen ya dans etmeyi!
Coşkun;
- Ablacığım, diyor. Ben geceleri öğreniyorum dansı. Amerikalılardan hem de. Röntgene yatıyoruz Tarcan’la…
- Sen ne diyorsun be!
- Geceleri Alsancak’a, Nato’cuların apartmanlarına gidiyoruz. Balkon kapıları, penceleri açık. Her gece şenlik yapıyor coniler. Samba, rumba, mambo, çarliston…
Kafaları iyice dumanlandıktan sonra da fikfik dansı! Coniler, Mariler, alayı sivil..
- Pis, eşşek!
Pata küte kapışıyor iki kardeş. Şu dansı cumartesiye kadar öğrenebilsem...
(Panonun üstüne renk renk ışıklar düşer, gazino orkestrasının Romana'sı duyulur)
- Benden önce kaç kızla dans ettin? dedi.
Hiç,dedim.
Sevinmiş gibiydi.
Sağ ol Celile Abla, sağ ol; uç günde öğrettin dansı, sağ ol!                                                         İtalyan orkestra Ramona'yı çalıyor. Çalgıcılar, yakaları kolları fırfırlı, janjanlı ipek gömlekler giymişler. Dans yeri, pembe bir ışıkla, yarı karanlık. Kemancı, yürüdü geldi bir ara, bizim yanı başımızdan çaldı, gülümseyerek selam verdi sevgilime. Biz de gülümsedik adama. Minicik, ak bir kuş gibi, eli elimin içinde Nurhayat'ın. Birazcık çektim mi incecik belini kendime doğru, küçücük portakal göğüslerini göğsümde duyuyorum.
Yaptırıyor başını omzuna, boynu şebboy kolonyası kokuyor.                                                 Dans bitiyor, masamıza yürürken, arkasından bakıyorum. Kısacık topuklu lacivert papuçları, ekoseli eteği, mavi bluzu var. Ben maviyi çok seviyorum. El ele, ellerimiz masanın altında, komiklikler yapan kıvırcık saçlı bir dilsiz adamı, İspanyol dansı oynayan kızları, Zati Sungur numaralarıyla şapkasından güvercinler uçuran birini izliyoruz. Sonra, Kolet diye bir kadın müzik eşliğinde soyunuyor. Memelerinin üstünde iki kırmızı yıldız ve orasında bir karanfil kalınca ışıklar kararıyor. Alkışlıyor herkes. Nurhayat önüne bakıyor. Talebe kartımın arasından en büyük paramı, tek on liralığımı çıkarıp garsona veriyorum. Dışarda hava kararmadan. Telaşlanıyor Nurhayat. Koşturuyoruz. Fuar'dan çıkıp, 9 Eylül Alanı'na geçiyoruz. İkbal sinemasının aralığından Oteller Sokağı'na varıyoruz soluk soluğa. Ne kötü; Foto Park'ın köşesinden ayrılacağız.
(Keman duyulur, sonra altta sürer)
Boyun uzuyor hızla. Pantolon paçalarım, ceket kollarım kış alıyor. Ayakkabılarım eskimeden küçülüyor. Alnımda, boynumda patır patır ergenlikler. Ne kükürtlü sabun kâr ediyor, ne talk pudrası, ne dermojen merhemi; Allah kahretsin!
Coşkun, Çetin, Yılmaz, Altan, okulun yüznumarasında sigara ilerlerken, Mustaf bey caddesindeki Halim Şevki Bey' in hizmetçisini nasıl iyi ettiklerini anlatıyorlar. Önüne gelene veriyor domestik, diyor Altan.
Ne veriyor acaba?
Coşkun, "malak emzirmesi" diye bir şeyden söz ediyor; naralar atıyor ötekiler. Derken, Başmuavin Mustafa Plevlenelihelayı basıp, sigara içenleri enseliyor ve hepsini disipline veriyor. Radyoevinin bahçesinde, söğütlerin altındaki banklara oturup, çocuk saatinin provalarını yapıyoruz. Nurten Abla, Nevzat Ağabey, baş rolleri veriyorlar bana. Doktor, öğretmen, köy çocuğu rollerini, Dede Korkut ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarını canlandırıyorum. Atlıspor kulübünden bozma ahşap stüdyoda canlı yayın yapıyoruz. Yağmur yağınca damı akıyor radyoevinin. Piyes bitince bisikletime atladığım gibi doğru Dönertaş'a çıkıyorum. Nurhayat, pencereden, radyoyu dinlediğini ve beni çok beğendiğini belirtiyor. Yaşasın aşk! Babam para sıkıntısı çekiyor, annem evin tahtalarını ovuyor durmadan, Şenay büyüyor, ortancamız Şener'le mavi bisikleti bölüşemiyoruz. Annem bana "zıpır" diyor.
Bahçesi bahçemize bitişik evde dul bir ebe oturuyor. Beyaz, tombul, güzel. Su çekiyor tulumbadan, baldırlarıyla, koltukaltlarını sabunluyor, türkü söyleyerek. Matematik öğretmenimiz Cemal Tanaç;
- Hişşşşt, efendi! Daldın gene deryalara! Aç gözünü, uyuma! diye bağırıyor. Aşık mısın, evladım?
Evet öğretmenim, öyleyim. Nurhayat'ı yalnız Alekos biliyor. Ve ben o günlerde  hayatımı çok acıklı bir çizgide görmekteyim.
- Nurhayat'lar zengin, biz değiliz! diyorum bir gün Alekos'a.
- Vermezlerse, kaçırırsın! diyor. Benim babam, annemi kaçırmış. Annem Sakız'ın en güzel kızıymış. Bir gece atlamışlar bir sandala, asılmış küreklere babam; doğru Alaçatı!
Mandolini biraz biraz tıngır data biliyorum artık. "Koyun gelir yata yata" ve "Papatya gibisin"i çıkarıyorum.                                                                                                     Derken, babamda şeker hastalığı! Zayıflıyor giderek, huysuzlaşıyor, hep homurdanıyor anneme. Annem ağlıyor. Çivici Apartmanının altındaki Demokrat Parti ocağına Adnan Menderes geliyor, alkış kıyamet, yer yerinden oynuyor. Babam küfrediyor.
- İsmet paşam dürer bunların defterini yakında, diyor. Bakmayın kuru gürültülerine, bir üfürüklük canları var bu sonradan çıkmaların!                                                 Ortaokulu "pekiyi" ile bitiriyorum. Babam, sımsıkı kucaklıyor, öpüyor yanaklarımdan;
- Giy mantonu kadın, diyor anneme. Haydi, toplaşın, yürüyün! Oğlanın şerefine size döner kebap yedireceğim Şükran lokantasında. Aslan oğlum benim, göreceksiniz bakın, nasıl müdür olacak İş Bankasına!
Nurhayat da geçti sınıfını. Akasyalar Çay Bahçesinde oturduğumuz gün, çantasından bir anı defteri çıkarıyor, koyuyor masanın üzerine
- Bir şeyler yaz benim için.
Defterin kapağında yan yana iki kalp resmi. Kalplerin çevresinde uçuşan küçük kanatlı melekler. İlk sayfayı açıyorum, “Ölünceye kadar…” yazıyorum ve üç nokta koyuyorum yan yana.
Nurhayat;
- İmzala! Diyor.
İmzalıyorum.
Nurhayat’ım, garsonlara belli etmeden, bir saksıdan bir sarı çiçek koparıyor, bırakıyor yazımın üstüne, kapatıyor defteri. Sonra da küçücük bir anahtarla defteri kilitliyor. Ve sonra gene, uzun, sıcak bir yaz daha.
Nurhayat’lar gene doluştular otomobillerine şevrole değil, yayla gibi oldsmobildi yenisi –Kirizman’a gittiler gene. Ben, hayatı öğrenmek için, böyle demişti babam- Fikri amcanın manifatura dükkânında çalıştım o yaz. Ve Açıkhava sinemalarında ne kadar filmi oynadıysa Mesiha’nın, hepsine gittim. Haa, bir de, şey… Bir akşamüstü Ayvuklu’dan geçiyordum, baktım Alekos’ların dükkânının camında bir kâğıt; “Ölüm nedeniyle kapalıdır.” Bitişikteki saat tamircisine sordum; Takis Usta, dikiş makinesinin üstüne yığılıp gidivermiş! Cama dayadım şöyle alnımı, içeriye baktım; Makine, biçilmekte olan astarlık, ağzı açık bir makas, kolları takılmamış yakaları teyelli bir ceket askıda, mezura, kömür ütüsü, her şey öylece duruyordu! Koştum Alekos’ların evine; kapı, duvar!
- Ohhooo, dedi bir komşu. Onlar Sakız’a göçtüler.
Eve geldim, annem;
- On gün oluyor oğlum, dedi. Ben sana söylemeyi unuttum mu yoksa? Güzel Melina’yla oğlu, ev ev dolaşıp “ Allah’a ısmarladık.” Demişlerdi bütün mahalleye. Aklım, yüreğim karmakarışık olmuştu. İsyanın ve özlemin anlamını, daha iyi kavramaya başladığım bir mevsimdi o yaz. Alekos'la birbirimize söyleyebileceğimiz iyilik ve kardeşlikle yüklü bin tane söz, savrulup uçmuştu işte bir rüzgârla.
(Keman duyulur. Işıklar değişir. Adam, elinde bir kitap, yere bağdaş kurar)
"Kamelyalı kadın" çok heyecanlıydı. Yatağının içine oturmuş, okuyordum. Şener, yanımda, çoktan uyumuştu. Armand Duval acılar içindeydi. Marguarite veremdi. Nurhayat, acaba neden öksürüp durmuştu okullar açıldığı gün? Kirizman'dan döndüklerinde biraz zayıflamışmıydı?
"... Armand, aziz anneniz adına olsun bana inanınız ve tasavvurunuzdan daha çabuk unutabileceğiniz bu kadından vazgeçiniz. Olmayacak bir nazariye ile ona bağlısınız. Gençsiniz, çok gençsiniz. Bütün bir ömrünüzü ve mesleğinizi heba edemezsiniz. Çiftliğimize gidelim ve orada bir kaç ay istirahat edin. Temiz ve saf aile hayatı içinde, tabiatın bakir koynunda hummanız şifa bulacaktır. Metresiniz de bu zaman zarfında başka bir aşık bulur ve siz haklı olduğumu teslimle beni takdis edersiniz..."
Öteki odanın ışığı sönmemişti. Babamla annem bir şey tartışıyorlardı.
- .... Size şunu söylememe müsaade ediniz ki babacığım, evet, Matmazel Marguarite Gautier'in aşığıyım. Ama sevdiğim kadın hakkında size malûmat verenler, yanlış şeyler ifade etmişler. Benim onunla birlikte yaşamam, dünyanın en sade işlerinden biridir. Ve şunu da bilmenizi istirham ederim ki, oğlunuzun saadeti bu kadının aşığı bulunmaklığımla mümkündür. Paris'den ayrılamam..."Arslanım Armand, koçum Armand!
- ... Yaa, demek siz, efendi, bu fena şöhretli kadının kör bir esiri olmuşsunuz. Şu anda babanız olarak, iffet ve namus mevzuunda sarsılmaz fikirlere sahip bir baba olarak, size emrediyorum. Derhal bavulunuzu hazırlatıp, benimle birlikte yola çıkacaksınız!                                                       
Babam, başını uzattı kapıdan;
- Sen uyumadın mı daha? Dedi.
- Okuyorum, baba. Uzandı elektriğin düğmesine
- Gözlerin kızarmış. Yat şimdi, uyu! Hem daha çok gündüz ışığında okursan, sağlığın için…
Sarı pazen geceliği içinde, zayıf ve solgun bir gölge gibi, annem geçiyordu kapının ağzından;
- Gündüzleri okuyamaz, dedi. Bulmuş bir sarı çiyan, akşamlara kadar sürtüyorlarmış şurada burada. Beklemiyordum, şaşırdım;
- Anlamadım? dedim.
- Anlarsın, dedi babam. Güm diye gümlersen sınıfında, şıp diye anlarsın! Lise, ortaokula benzemez. Ama İş Bankası’na müdür değil de, Tartiş’in yağ fabrikasına hamal olmak istiyorsan, o başka!
- Babacığım, ben…
-Hiç kem küm etme, oğlum! Kulağımıza kadar geldi, haberimiz var. Altınpark’larda, Fuar köşelerinde haytalık yok bundan böyle! Şu anneciğin üzüm üzüm üzülüyor günlerdir. Hiç bakma öyle yüzüme! Uysallık eder, sözümüzü dinlersen, ne alâ! Yoook, kafanın dikine gidersen, değişiriz külahları! Bak, babam dememişti deme! İki bir demem, mandolin dersini de yasak ederim, çocuk
saatini de! Bisikletini de tuttuğum gibi atarım tavan arasına, ya da götürür satarım Bitpazarı’nda! İşte bu kadar!
Çekti kapıyı, çıktı. Çıkarken de söndürdü ışığımı.

(Birden kararır sahne. Yeniden aydınlandığında, Adam’ı bankta oturmuş kitabını okurken görürüz)

“… Affedersiniz babacığım, dedi Armand. Hayır, herhangi bir emre mutlaka itaat yaşını geçirdim. Ve sizden istirhamım şudur ki, Paris’ten ayrılmam için bana ısrardan vazgeçiniz ve Marguarite’e ıstırap verecek herhangi bir muameleden uzak durunuz. Bunu hassaten istirham ederim zatı âlinizden…”

Öğretmenimiz Yahya Su’dan izin istemiş, beden eğitimi dersine katılmamıştım. Başım ağrıyordu. Olur, demişti Yahya Bey. Gölgede otur. Arkadaşlarım iki kümeye ayrılmış, el topu oynarlarken ben de romanımı okuyordum.

“… Armand’ın pederi kaşlarını çattı…”
Başım çok ağrıyordu. Satsın isterse bisikletimi babam. Mandolinimi de satsın. Ama çocuk saatini yasak etmesin. Yarın cumartesi. Mandolin dersi var. Eksek mandolin dersini Nurhayat’la, bir vapura binip Karşıyaka’ya gitsek, sonra yine o vapurla dönsek?  “Külahları değişmek” istemiyorum babamla. Annemin de üzülmesini istemiyorum hiç.
(Adam, iskemleleri, bir vapurun ucuymuş gibi düzenler. Martı sesleri ve vapur düdüğü duyulur.)
Vapurun kıçında oturuyoruz. Ayaklarımızın ucunda, mavi suyun üstünde, pervanelerin deli deli köpükleri. Yüzümüzde, boynumuzda imbat yeli. Gülüyor Nurhayat.

- Niye güldün?
- Hiiiç…
- Küserim söylemezsen.
- Canım ne istiyor biliyor musun? Hiç inmemek bu vapurdan! İskeleden iskeleye dolaşsın dursun vapurumuz! Hiç inmeyelim vapurdan.
Parmaklıklara yaslanmış, gülüyor. İki sıra örmüş saçlarını. Kulaklarında küçücük mavi mine küpeler, yanıp sönüyor güneşle. Ne güzelsin be Nurhayat! Ne tatlısın sen! Dolaşsın dursun vapurumuz vallaha, dolaşsın dursun körfezde! Körfezden de çıksın, vursun adalara, Sakız’a… Pasaport iskelesinde, kalabalığın içinde indik vapurdan. Ellerimizde mandolinler, Kordonboyu’ndan, Konak’a doğru yürüdük. Bir yanımız deniz, denizde şilepler, mavnalar, bir savaş gemisi kocaman, uzakta bir beyaz yelkenli, kıyıya bağlı kıpır kıpır sandallar. Sol yanımızda kaldırımlara taşmış kahveler, lokantalar, güzel oteller, saz salonları. Bahriyeliler dolaşıyor rıhtımda, tıkır tıkır faytonlar geçiyor, garsonlar çay taşıyor ellerinde askılarla. Buzlu bademciler, kuzu kokoreççiler, şerbetçiler, arabalı karpuzcular. Kolkola girmiş gezinen süslü kızlar, göğüs düğmeleri çözük ipek gömlekli ağabeyler. Bir hopörlörden bir şarkı; Abdullah Yüce söylüyor; “Adını andıkça titrerim hâlâ \ Var mı benim gibi aşka müptelâ \ Muhabbet denilen püsküllü belâ \ Sanmayın başımdan az geldi geçti \ Of of…”
Tam şuradaki kahvede, belki otuz yıl önce, çay içmiştik babamla bir gün. Şimdi, birdenbire, bir şiirin bir bölümü geliverdi aklıma. “Bir çocuğun babasıyla çay içmesi \ Bir şiire sığmayabilir \ Ya da yeterlidir şu kadarı \ Babamla çay içtik \ Bir şipşakçı geçmedi Kordonboyu’ndan \ Bir fotoğraf çektiremedik”. Saatkulesi’nin merdivenine oturup, parke taşlardan gezinen güvercinlerin arasında bir fotoğraf çektirseydim Nurhayat’la, nerede saklayabilirdim ki? Şarkışla’nın önündeki tramvay duraklarından döndük, Kemeraltı’na girdik.
Ne güzel, ne şenliklidir İzmir’in çarşısı. İmren pastanesinden iki adisebaba tatlısı sardırdım, yiye yiye yürüdük Başdurak’dan, Kuyumculariçi’nden. Dünyanın en mutlu iki çocuğu vardı o gün; biri Nurhayat, biri de ben. Sardalya, trança, çipura balıkları dizili tablaların, tazecik meyve yüklü tezgâhların, limon ve roka satan Yahudi çocukların, güleç ve gürültücü bir kalabalığın içinden sevinçlerle geçtik. Havra sokağından sonra, Eşrefpaşa’dan inen taksilerin arasından sekip, Lale sinemasının önüne vardık. “Üç film birden” oynuyordu; “Messelina Taçlı Fahişe”, “Arizona Kaplanı” ve “Tarzan Zor Durumda”.
- Nurhayat, bir gün sinemaya gidelim mi ikimiz?
Kocaman kocaman açıyor gözlerini
- Annem?
Foto Park’ın köşesine geliyoruz. İşte, bugünkü suçumuz da bitiyor. O, artık ayrılmamız gerektiğini, buradan ötesinin “tehlikeli” olduğunu söylüyor. Ama ben on altısına basmış bir Armand Duval’im bugün, dinlemiyorum. Nurhayat huysuzlandı da, yanı sıra yürüyorum Dönertaş’ın köşesindeki sebil çeşmesine kadar. Nurhayat’ın koşarak gidişini, evlerinin kapısında kayboluşunu izliyorum.
- Baban kulağını çekmedi mi senin? Mandıracı Ali Veysi, dükkânın önündeki bir iskemlede bacak bacak üstüne atmış, kahve içiyor. Beni babama kimin gammazladığını o dakika seziyorum.
- Ha, çekmedi mi? diyor yeniden.
- Çekti, diyorum
(Keman duyulur. Adam, müdür odası düzenine koyar iskemleleri)
Pazar günü, hiç konuşmadı babam benimle.
Pazartesi günü, enstitünün dağılma saatinde bekledim bekledim, Nurhayat durağa gelmedi. Salı günü, edebiyat dersindeydik, bir odacı girdi sınıfa, öğretmenimize bir şeyler söyledi. Fuat Edip Bey, indi kürsüsünden, yanıma geldi;
- Müdür bey seni istiyormuş, git bakalım hele! dedi.
- Tıklat kapıyı! dedi odacı. Tıklattım kapıyı, açtım, girdim. Hayri Çakaloz, masasındaydı. Karşısındaki koltukta bir subay oturuyordu. Subayın göğsündeki Silverstar madalyası ışıl ışıldı.
- Yaklaş şöyle, dikil! dedi Hayri Bey. Yaklaştım, dikildim.
- Hakkında şikâyet var. Sen, yüzbaşımın yeğenini rahatsız ediyormuşsun!                            - Anlamadım, efendim? dedim. Dedim ama bir şeyler sezinlemiştim. Kore gazilerini karşılama törenini, Nurhayat’ın sık sık söz ettiği yakışıklı yüzbaşı dayısını anımadım. Bir yavanlık hızla gelişmekteydi.
- Nurhayat’ı tanıyorsun, değil mi? Sesi kupkuruydu dayıbeyin.
- Tanıyorum, evet.
Yanıtım, Hayri Bey için yeterli bir “itiraf” mıydı, neydi masasından kalktı yürüyüp geldi tam tepeme, ellerini arkasına bağladı, çok öfkelenmiş de öfkesini yatıştırmaya çabalıyormuş gibi, sesine garip bir katılık katarak;
- Sen benim en iyi öğrencilerimden biriydin, şaşırttın beni, dedi. Yüzbaşım bir daha şikâyete gelecek olursa bu konu da, seni okuldan atarım, böyle bil!
- Efendim, Nurhayat benim arkadaşım…
Subay da ayağa kalktı, kesti sözümü
- Biliyorum, her şeyden haberim var. Cin gibi bir erimi taktım peşinize…
- Galiba bir yanlışlık var efendim, dedim. Ben ne yapmışım da Nurhayat’ı rahatsız etmişim? Nurhayat mı böyle söylüyor?
- Kırk derece ateşle yatıyor evde. Annesi desen, daha kötü. Zaten sinir hastası kadıncağız. Bir de bu olay, üstüne üstlük, tuz biber ekti… Savunmalıydım kendimi; - Hangi olay? diye sızlandım. Suratını buruşturdu Yüzbaşı, “Bakın şu yüzsüze,” der gibi hofladı, başını çevirdi. Durum benim için oldukça güç, oldukça yaralayıcıydı. Nurhayat’ın dayısı, “Anlayın müdür bey, ayrıntılara girmeyi sakıncalı görüyorum, olay bir faciadır,” anlamında kaşını gözünü oynatıyor, sigara tutan eli titriyordu. Hayri Bey’e baktım; havadan bunalmış gibiydi biraz. En kısa yoldan bu işi bitirmek kararındaydı galiba.
- Üzülmeyin yüzbaşım, dedi. Bir daha rahatsız edilmeyecektir yeğeniniz.
O güne kadar müdürümüzü çok seviyordum. Bizimle ping pong oynayan, duvar gazetesini çıkardığımız gün bizi öpüp kutlayan, yıl sonu müsameresinden sonra kolunu omzuma koyup fotoğraf çektiren bu adam mıydı? Neden karşıydı şimdi bana? Anlayıp dinlemeden iyice, dayı beyin gönlünü yapma “müdürlük” müydü yani? Bu işi böyle iki dakika içinde kapatıp bitiverirlerse, ben nasıl temize çıkarabilecektim kendimi? Direnmeliydim.
- Beni dinleyin lütfen, dedim. Ben kimseye bir kötülük etmedim. Nurhayat’a da, bir başkasına da…
- Çık dışarı! Dedi Hayri Bey. Ayrıca görüşeceğim seninle. Sesinde, bana pek de karşı olmadığını anlatmaya çalışan bir yumuşaklık, gizli ve ılık bir şey var mıydı? Ama ben açık seçik konuşulsun, beni de dinlesinler istiyordum. İki kedinin kıstırdığı çaresiz bir serçe kuşumuyum ben? Başım dönüyor, içimin bir yerleri ezim ezim eziliyordu. Hayır, boyun eğmeyeceğim, savunacağım kendimi. Böylelikle belki Nurhayat’ı da…
- Çık haydi, dön dersine!
Kıpırdamadım yerimden. Uğradığım haksızlığı, öfkemi, en iyi biçimde anlatabilmek için sözcüklerimi seçip sıralamaya çabaladım kafamın içinde.
- Oğlum, çık dedim sana!
Taş gibiydi sesi. Çözülüverdim birden, döndüm, çıktım.
Uzun, mermer koridor bomboştu. Sınıfa dönmedim, bahçeye yürüdüm.
Ali Veysi’nin camını çerçevesini mi indirsem önce yoksa evden mi kaçsam, ne yapsam? Bir kere, kesin günaydın demem bundan böyle Hayri Çakaloz’a. Okulu da bırakırım, anasını satayım. Ne varmış yani, hamal olurum Tariş’in yağ fabrikasına. Eh derse Nurhayat, bir kondu tutarım Yeşildere’de, kaçırırım sevdiğimi, gül gibi olur gideriz. Ve bunları düşünürken, Alekos’un özlemini duyuverdim kalbimde. Öyle yalnızdım ki… Zil çaldı, sınıflar boşaldı, Coşkun geldi
- Hayrola len, niye çağırmış Çakaloz?
- Hiç be, dedim. Fıstırık bir şey. Sigaran varmı?
Yüz numaraların aralığına girdik. Coşkun, çorabının içinde sakladığı baframaden paketini çıkardı, ezik büzük bir sigarayı düzeltti parmaklarının arasında, uzattı;
- Len, dedi. Sen ne zaman başladın tütüne?

(Keman duyulur. Adam, iskemleleri bir kanepe şeklinde düzenler)

- Sen ne kararıp duruyorsun günlerdir böyle? dedi annem. İçi yığım yığım çamaşır selesinin yanına diz çökmüş, ütü yapıyordu. Terlemişti. Su serpip ısladığı beyaz çarşafın üstüne sürünce kızgın kömür ütüsünü, casss diye bir ses çıkıyordu.
- Nurhayat’ını göremediğin için mi?
Göremiyordum günlerdir. Sabahları oldsmobilleriyle götürüyor babası, akşamüstleri gene otomobiliyle bekleyip alıyordu enstitünün kapısından. Gözümü karartıp “Ne olursa olsun,”diye, iki kez kapılarının önünden geçmiştim; sımsıkı kapalıydı perdeleri.
- Bin bisikletine de gez azıcık, dedi annem. Atmışsın arka bahçeye, küf tutacak öyle. Kaykıldım sedire, döndüm sırtımı.
- Çalımına ettireceksin şimdi! Dövülmedin, sövülmedin. İki söz etti diye baban, tafrandan geçilmiyor. Haksız mıydı adamcık? Nereden buldun o antikaların sıska kızlarını? Bir kere o kızın anası düpe düz deliymiş. Bir sıyrık teyzesi varmış; iki yıl Bergama’lı zengine kapatmalık etmiş. Sonracığıma da yiyince tekmeyi kıçına, tentürdiyot içip… , Ah ulan Ali Veysi kodoşu, ben senin… Babam geldi o sırada, hiç kıpırdamadım.
- Nesi var bu herifin? Hasta mı? Diye sordu anneme.
Evet babacığım, hastayım ben! Hem de çok hasta! Annemin sesi ağlar gibiydi!
- Öfff, amaaaan, bilmiyorum vallahi… Dikiyor gözlerini tavana yattığı yerde, hindi gibi düşünüyor akşama kadar. Bezdim canımdan be, bezdim kör olayım.
Homurdandı babam
- Sopayı alacağım elime ama… Bakalım ne zaman?
(Radyo çocuk saatinin bitiş müziği ve anonsu duyulurken, Adam iskemleleri park düzenine koyar)

“Guliver Devler Ülkesinde’ydi piyesimizin adı. Ben, Tuğrul, Taşkın,
Fahriye Mercan, Gönül, Şeniz, Süleyman Çevik hepimiz çok güzel oynamıştık. Çocuk saati bitti, radyoevinden Manolya Aile Bahçesi’nin önünden, Fuar’ın Basmane kapısına doğru yürüyorduk.
Oradaydı.
Bir banka oturmuş, beni bekliyordu. Ayrıldım arkadaşlarımdan, koştum, yanına otururken;
- Oturmayalım, dedi. Gelen geçen çok. Biri görüverir de bizimkilere söylerse…
Kalktık, yürüdük.
Hey güzel Allah, öyle toy, öyle korkak, öyle şaşkındı ki…
Ezik, sancılı iki çocuktuk işte.
- Babam, annemi İstanbul’a götürdü. Annem çok hasta. Hemen gidip döneceklerdi, öyle demişti babam, ama gelmediler…. Bugün radyoda sesini duyunca… Seni görmek için…
- İyi, dedim. Sağ ol.
Ayaklarının ucuna baka baka yürüyordu.
- Neler oldu, neler… Annem, çürüm çürüm çürüttü etlerimi…
Sinir nöbeti tuttu mu, kimseler zapt edemiyor artık… “Hicran Teyzen yüzünden dert sahibi oldum, senin yüzünden öleceğim,” diye bas bas bağırdı ortalık yerlerde… Dua ediyorum her gece, yalvarıyorum Allah’a, annem iyileşsin diye…
Ağlıyordu. Bereket, pek kimseler yoktu çevrede. İki uygun sözü, iki hoş sözü denkleştirip söyleyemiyordum.
- Nurhayat, diyebildim. Çok özledim seni, biliyor musun?
İçini çekti;
- Biliyorum, dedi.
Babasıyla annesi İstanbul’a gitmişler ya; İşte o günden beri Karataş’ta, yengesinde kalıyormuş.
- Saat kaç?
- Beşe geliyor.
- İyi.
- Neden sordun?
- Yenge, “En geç altı buçukta evde ol,” dedi. Korkuyor dayımdan. Dayım duyarsa sokağa çıktığımı, öldürür yengemi… Yengem biliyor seni, anlattım… Radyoda dinliyor piyeslerini, sesini çok beğeniyor… Çok iyidir Aylin yengem, pırlantadır. Seni, her şeyi biliyor. “Üzülme” diyor bana, “Güzel kalbin gibi güzel olacak her şey…” Çok seviyorum Aylin yengemi… Gülüyordu şimdi de. Bir bulutun içinden geçmiş, güneşe çıkmış gibiydi güzel yüzü. Fuar’dan çıkmışız, denize doğru gidiyorduk. Bir jeep yanımızdan ağır ağır geçti, ilerde durdu.
- İki cumartesi üst üste, Misakı Milli Okulu’nun önünde bekledim seni, dedim. Mandolin dersine de gelmedin.
- Annem kırdı mandolinimi, dedi. Ah, bir iyileşse annem…
- İyileşir inşallah. Benim babam da şeker hastası. Her ay Profesör Sait Çalık’a gidiyor kan ölçümü için. Zayıfladı çok. Tatlı filan yasak. Çavdar ekmeği yiyor yalnız. Jeep, biraz daha öteye gitti, gene durdu. İçinde bir asker var. Diken değmiş gibi sırtıma; tadım kaçtı azıcık. Denize çıkmıştık, Alsancak’a döndük. Çok güzeldi Kordon. Çin Seddi gibi apartmanlar yoktu daha; kentle deniz birbirinden ayrı düşürülmemişti. Denis masmaviydi. Vallahi, masmaviydi! Karşıyaka vapuru düdüğünü öttürdü, gelin gibi süzülüp geçti.
- Ne güzeldi o gün, değil mi? dedi Nurhayat. Bir gün gene biner miyiz vapura?
- Niye binmeyecek mişiz? Dedim. Bineriz elbette.
Neşelenmişti.
- Şenay’ı anlatsana.
- Büyüdü. Gülüyor hep. Tombul, pembecik…
- Öteki kardeşin ?
- Şener mi? O da iyi. Bisikletimi ona verdim; temelli.
- Benim de bir kardeşim olsaydı keşke… Ama yengemin bebeği olacak haziranda… Saat kaç?
- Beş.
- İyi.
- Keşkül yiyelim mi Sevinç pastanesinde?
- Yok. Biri görüverir de…
Tayyare Sineması’nın önünden geçiyorduk, durdu.
- Ayy, bu filmi görmeyi öyle çok istiyordum ki… Yıldız’da konusunu okudum. Muzaffer Tema oynuyor, bak! “Uçuyorum.” Rejisör Şadan Kâmil. Başrollerde Muzaffer Tema, Mesiha Yelde.
- Girelim istersen, dedim.
- Saat?
- Görebildiğimiz kadarını görür, istediğin zaman çıkarız. Bulutlar geçti yüzünden gene, sonra;
- İyi, dedi. Girelim. Tam altıda çıkarız, olur mu?
İki “hususi” aldım gişeden, sinemaya girdik. Yer gösterici el fenerini tuttu, arkalarda bir yere oturttu bizi, yirmi beş kuruş bahşiş verdim. Perdede, Mesiha ağlıyor, kır saçlı bir adam da kızın saçlarını okşuyordu. Filmin neresindeydik, ne olup bitiyordu, anlayamadık bir süre. El eleydik Nurhayat’la. Sevinçliydim, çok sevinçliydim. Ali Veysi’nin camını çerçevesini kırmayacak, derslerime çok çalışacak, Tariş’e hamal olmayacak, babamın ve müdür beyin ellerini öpüp özür dileyecek, annemi hiç üzmeyecek, bir daha ağzıma sigara koymayacaktım. Saati sordu yeniden Nurhayat, fosforlu kol saatime birlikte baktık; altıya çeyrek vardı.
Muzaffer Tema saçlarını soldan ayırıyor. Ben de mi öyle tarasam acaba? Derken, işte tam o sırada, arkamızdaki kapı patırtıyla açıldı, üst üste gölgeler abandı yanımıza yöremize, el fenerinin ışığı dolaştı sıraları; yalayıp geçti yüzümüzü.
- İşte, işte! Dedi bir kadın.
Nurhayat, “yandım” dedi. Fener gene bize döndü. Kadın uzanıp yapıştı Nurhayat’ın saçlarına, çekti, sürüdü. Biri kavradı boynumdan, kaldırıp itekledi. Ne olup bittiğini anlamak isteyen meraklılar da geldiler peşimizden, sinemanın bekleme salonuna çıktık hep birlikte. Nurhayat’ın annesi;
- Boğacağım seni! Boğacağım seni!
Orospuuu! Diye çığlıklar atıyordu. Kaynaşan insanların, büfecilerin, gişecinin, yer göstericinin arasından Nurhayat’ı görmeye çabaladım, başaramadım. Dayısı, sonra bıraktı boynumu, Nurhayat’ı annesinin pençelerinden koparıp aldı. Yumak gibi, çıktılar sinemadan, kaldırımdaki jeep’e doğru gittiler. Kadının sesi yeri göğü inletiyordu
- Hicraaan, Hicran! Hortladın mı kız, hortladınmı?
Yüzbaşı, iki tokat patlattı ablasına;
- Kendine gel! Kendine gel be, deli! diye, bağırdı, sonra tıktı jeep’in içine kadını.
Nurhayat’ın annesi yalın ayaktı.
Subay da binince, motoru gürledi jeep’in, fırladı gitti.
Nurhayat’ın yüzünü, en son, jeep’in küçük mika pencerinde gördüm.
(Keman duyulur. Adam, iskemleleri son sahneye göre düzenler
 O güz, haftalarca yattım sarılıktan. İyileştiğimde, babamla gezmeye çıkmıştık, Tilkilik kahvesinin çardağında oturduk. Öyle yorgundum ki… Adaçayı ısmarladı babam, garsonu yollayıp Hatuniye fırınından peynirli yahudi böreği getirtti.
- Ye, dedi. Güçlenmen gerek.
Ben miydim, daha dün gibi şu karşı yokuşlarda mavi bisikletimle kuş gibi uçan?
Ali Veysi, sallana sallana geldi, bir iskemle çekti, bacak bacak üstüne attı;
- Ne haber, delikanlı?
- İyilik, dedim.
- Geçmiş olsun.
Hiç sesimi çıkarmadım. Babam, omzumu okşadı
- Oğlum, haydi, soğutma böreğini!
Ah Veysi, sözü bi yerden aldı, döndürdü dolaştırdı, canının istediği yere getirdi
- Feyyaz Bey, karısıyla kızını Burdur’a yolladı. Yeşillik yerler iyi gelebilirmiş kadının illetine. Orada da enstitü varmış kızı için…
Deyyusun önde gideni! Sonra, göz kırptı babama
- Feyyaz Bey’e göre hava hoş. Marisa Nor diye bir avrat var Kapris Pavyon’da; iki yıldır dost hayatı yaşıyorlar zaten. Halif Rıfat’da, İngiliz Bahçesi’nin üstünde, bir de denize nazır kat döşeyip dayamış kadına, oooh… Babam, kalktı;
- Bize izin Veysi Efendi, dedi. Oğlan yorgun, ağır ağır ancak gideriz eve. Hava da serinledi mi ne ikindiden sonra, üşüdüm ben biraz.
Babam yorgun, ben yorgun; döndük eve.

(Keman duyulur. Adam, pardesüsüyle valizini alır, öylece durur, sessiz. Sahne kararır)

                                               
PERDE